ZAMANIN GÜZELLİĞİ
SAİD NURSİ
Bediüzzaman Said Nursi, 20. yüzyılda yetismis en büyük Islam alimlerinden biridir. 87 yıl süren hayatı boyunca insanlara Islamiyet’i anlatmıştır. Ömrü sürekli mücadelelerle, zorlu imtihanlarla geçmiştir. Hapishaneler, sürgünler, savaşlar, onun hayatının kuşkusuz vazgeçilmez bölümleridir. Bu büyük alim zat, hayatta karşısına çıkan her türlü zorluğa karşı asla yılmamış, imkansız denecek şartlar altında eserlerini telif etmiştir. İşte bugün insanlara ışık kaynağı olan Risale-i Nur külliyatının öyküsü, işte büyük bir şahsiyetin iman yolunda harcadığı koca bir ömrün hikayesi…
Said Nursi, 1873 yılında, Bitlis’in Hizan kazasının Nurs köyünde dünyaya teşrif etmiştir. Geçtiğimiz yüzyıl içinde yetismis en büyük İslam alimlerinden ve fikir adamlarından biridir. Devrin ilim çevreleri tarafindan kabul ve iltifat görmüştür. Üstün meziyetlere sahip olduğundan dolayı, henüz 21 yaşındayken “zamanın güzelliği” manasına gelen “Bediüzzaman” ismiyle anılmaya başlanmıştır.
O, bu ismi hakkıyle hak eden bir zattı. Zira daha çocuk yaşlarında, ondaki farklılık ve güzellik dikkatleri celb ediyordu. Küçük yastan itibaren keskin bir zekası, kuvvetli bir hafizası vardı.
Said Nursi’nin çocukluğu, Nurs köyünde, anne ve babasının yanında geçti. Annesi Nuriye hanım, babası Mirza efendi idi. Yedi kardeşin dördüncüsü olan Said Nursi, çok soru soran ve etrafını araştıran bir çocuktu. Daha o yaşta ondaki başkalık fark ediliyordu. Bilhassa büyüklerin sohbet meclislerinde bulunur, dini ve ilmi münazaraları dikkatle dinlerdi.
İlme meraklı olan küçük Said, henüz 9 yaşında iken Tağ köyünde Molla Mehmed Emin Efendi Medresesi’ne gitti. Bir müddet sonra buradaki tahsiline ara verdi. Eğitimiyle, ağabeyi Molla Abdullah meşgul olmaya başladı. Daha sonra Pirmis köyünde tahsiline devam etti. Öğrenimi sırasında keskin zekasıyla hocalarının takdirini kazanıyordu. Daha talebe iken “Molla Said” ismiyle meşhur olmaya başlamıştı.
Ancak her alim gibi onun da dünyadaki imtihanları ağır geçer. Bir yandan cemiyeti ilim ile meşgul etmeye çalışırken, diğer yandan başına musallat olan musibetlerle cenk eder. Ve İslamiyet’in yayılmasına, doğru anlaşılmasına adanan koskoca bir ömür, türlü fedakarlıklarla geçer.
Bediüzzaman Said Nursi, hayatını ikiye ayırır. Nur risalelerini yazmaya basladığı 1926’ya kadar kendini “Eski Said” olarak tanımlar. Risaleleri kaleme almaya başladıktan sonra, “Yeni Said” dönemi açılır. İşte bu dönem, onun ziyadesiyle haksızlıklara, eziyetlere, iftiralara maruz kaldığı bir zaman dilimi olur. Oysa onun istediği tek şey, cehaletle savaşmak, insanların eğitimleriyle meşgul olmaktır. Ardı kesilmeyen sürgünlere, sonu gelmeyen mahkemelere rağmen o, politikaya fazla bulaşmamaya çalışır. Kendini halkın imanını kuvvetlendirmeye adar.
Bunu zaten daha evvel rüyasında görmüştür. 1885 yıllarında, bir kış gecesidir. Anne ve babasının yanında bulunan Said Nursi, rüyasında kıyametin koptuğunu görür. Bu esnada Peygamber Efendimiz’i ziyaret etmeyi arzu eder. Bunu nasıl yapabileceğini düşünürken, aklına sırat köprüsünün başında beklemek gelir. Nasılsa bütün insanlar oradan geçecektir. Peygamberimiz’in de oradan geçeceğini düşünür. Ziyaret edip elini öperim diyerek sırat köprüsünün başına gider. Orada bütün peygamberlerle görüşür ve ellerini öper. Nihayet son peygamber Hz. Muhammed (sav)’in eline kapanır ve ondan ilim taleb eder. Hazret-i Peygamber: “Ümmetimden sual sormamak şartıyla sana ilm-i Kuran verilecektir,” diye müjde verir.
Bu rüya üzerine Said Nursi’de ilim tahsiline karşı daha bir iştiyak uyanmıştır. Çünkü artık bu büyük ilim adamı, hayatı boyunca bitip tükenmeyen bir yola girmiş bulunuyordu.
Said Nursi’ye göre en büyük eksiklik, elbette eğitim idi. Bunun için evvela doğuda bir üniversite kurmak lazım geliyordu. Din ve egitim bilimlerinin okutulabilecegi ve Medreset-üz Zehra ismini verdigi üniversitenin kurulabilmesi için 1907'de Istanbul'a geldi. Amacı, Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi gibi büyük ve kapsamlı bir okul açılmasına öncülük etmekti. Böylelikle ilimden uzak ve bu cihetten fakir kalmış doğu illeri gelişecekti. Fakat umduğunu bulamadı. İstanbul'daki ilim adamlarının, talebelerin, medrese hocalarının ve siyasetçilerin ona olan ilgisinden bazı çevreler rahatsız oldu. Bediüzzaman'ın önce akıl hastanesine daha sonra da hapishaneye gönderilmesini sağladılar. Said Nursi'nin serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra 23 Temmuz 1908'de II. Mesrutiyet ilan edildi.
Bediüzzaman Said Nursi’nin yaşadığı dönem, ülkenin siyasi olarak en karışık olduğu dönemlere rastlar. İşte bu sancılı dönemlerde o, halk üzerinde sürekli yatıştırıcı rol oynamıştır. Ancak ne var ki, ismi bazı olaylara karışır. Bu olaylardan en mühimi, 31 Mart vakasıdır.
Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmeye çalışıldığı vakit gerçekleşen isyan, İstanbul’u ayağa kaldırmıştır. 11 gün devam eden kargaşa, nihayet bastırılır. Bediüzzaman, olayların sürdüğü günlerde İzmit’e çekilir. Fakat yeniden İstanbul’a dönerek, halkı yatıştırmak için bir takım girişimlerde bulunur. İstanbul'da çesitli yerlerde konusmalar yapar. Doğu'daki aşiret reislerine telgraflar çeker. Fakat tüm bu uğraşlarına rağmen, 1909'da 31 Mart olayına karıstığı iddia edilerek tutuklanmış, idam talebiyle yargılanmıştır. Sonunda suçsuzluğu anlaşılarak beraat etmiştir.
Bediüzzaman bu olaydan sonra İstanbul’dan Dogu'ya döner. Kurtuluş savaşı sırasında mühim görevlerde bulunur. Bizzat cepheye giderek savaşa katılır. I. Dünya Savaşında talebeleriyle milis kuvvetleri olusturarak, milli mücadeleye destek verir. Gönüllü alay komutanı olarak büyük faydalar gösterir.
Fakat savaş, ilim için asla bir engel olmaz. Bediüzzaman, harb esnasında bile eser telif etmeye devam eder. Kafkas cephesinde gönüllü birliklerinin başında iken İşarat'ül İcaz adlı Arapça eserini telif eder.
Kafkas cephesinde savaş sürerken, üç talebesiyle birlikte Ruslara esir düşer. Sibirya'daki esir kampına götürülür. Ancak o, esir hayatı yaşarken bile boş durmaz. Cepheden cepheye koşarak harp meydanlarındaki çatışmalarla ele geçen esir subaylar için bir ilim meclisi, imanlarını ve ihlaslarını güçlendirecekleri bir marifet mektebi olur. Rusların elinde esir tutulmasına rağmen, bir süre sonra kefaretle Koşturma'daki Tatar mahallesinde bir camide kalmasına izin verilir. Bunun üzerine Bediüzzaman, iki buçuk yıl boyunca bu camide hem imamlık yapar, hem de iman sohbetlerine devam eder.
Üç yıl süren esaret hayatından sonra komünist ihtilalinin meydana getirdiği karışıklıktan istifade ederek kaçmayı başarır. Yeniden İstanbul’a döner.
Istanbul'da devlet ricali ve ilim çevreleri tarafından büyük bir iltifatla karşılanan Said Nursi, Dar-ül Hikmet-i Islamiye ismiyle malum, İslam Akademisi azalığına tayin edilir. Buradan aldığı maaşla, kendi kitaplarını bastırarak parasız olarak dağıtmaya başlar. Istanbul'un isgali sırasında da işgalcilerin aleyhinde “Şeytanın Altı Desisesi” isimli bir brosür hazırlar. Onun bu hareketi, Ingiliz isgal kuvvetleri komutanını bir hayli kızdırmış, komutan, ölü veya diri ele geçirilmesi emrini vermiştir. Said Nursi, Türk halkının yaşadığı bu zor zamanlarda kendine yöneltilen suçlamalara karşı yılmamış, sürekli Milli mücadeleyi savunmuştur.
Bu büyük ilim adamının bu yoldaki azmi, Millet Meclisi'nin de dikkatini çeker. Kısa zaman sonra Ankara'ya davet edilir. 1922'de Ankara'ya geldiginde devlet merasimiyle karşılanır. Kendisine teklif edilen Şark Umumi Vaizliği, milletvekilligi ve Diyanet Isleri Baskanlığı gibi vazifelerini reddeder. Çünkü o, daima halkın içinde bulunmaktan onur duymuş, Milli mücadeleye bizzat katılmak istemiştir.
Sürekli halk arasında kalarak, halkın mücadele azmini canlı tutmaya çalışan Said Nursi, 1925 yılında Seyh Said isyanı çıktığında, olayla hiçbir ilgisi olmadığı halde yeniden suçlanır. Van'da inzivaya çekilmis olduğu yerden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla ilçesine sürgüne götürülür.
1925 yılında Burdur'da zorunlu ikamete tabi tutulan Bediüzzaman, evinde ve Kasaboğlu Camii'nde halka İslamiyeti ve Kuran ahlakını anlatmaya başlar. Ancak, yapılan derslerden ve halkın etrafına toplanmasından rahatsız olanlar, onun Isparta'ya gönderilmesini emrederler.
1926'da Isparta'ya nakledilen Bediüzzaman, burada da sohbetlerine devam eder. Çok geçmeden yine etrafındaki insanlar giderek çogalmaya başlar. Bu durum karşısında bu defa, Isparta'nın daha ücra bir köyüne nakledilerek, insanlarla ilişiği tamamen kesilmeye çalışılır. Bu kez sürgün yeri, gerçekten pek ücra olan, çoğunluk yaşlı kimselerin yaşadığı küçük bir köy olur. O kadar ücra bir köydür ki, ancak Eğridir Gölü üzerinden kayıkla gidilebilmektedir. Burası, Barla’dır.
Said Nursi’nin Barla’ya gelmesinden sonra, hayatında adeta yeni bir sayfa açılmıştır. İşte hayatının ikinci ve en önemli kısmı burada geçecektir. Artık 25 sene sürecek esaret ve çile devri başlamıştır. Sürgün olarak gönderildiği bu belde de o, bilakis hayatının en verimli dönemini geçirmiştir. Zira Risale-i Nur Külliyati'nın büyük bir kısmını, burada yazmak nasip olacaktır.
Fakat Barla, gerçekten tam bir sürgün yeridir. Nüfus pek yaşlıdır. Gençlerin çoğu şehirlere göç etmiştir. Okuma-yazma seviyesi hayli düsüktür. Kısacası uzaktan bakıldığında, ilim meclisi oluşturabilmek imkansız görülen bir yerdir. Oysa Said Nursi, kendisi için artık bir süreklilik kazanan bu sürgünleri, sürgün olarak değil, vazife olarak görür. Şartların uygunsuzluğu ve imkansızlarına rağmen, tebliğine devam eder. Nitekim burada da başarılı olur ve halk, onun etrafında yine halka halka toplanır.
Bediüzzaman, Barla’da kaldığı sekiz sene boyunca Sözler, Mektubat ve Lemalar’ın büyük bir kısmını telif eder. Bu risaleler, talebelere elden ele ulaştırılır. Talebeler, nüshaları yazarlar, tekrar Üstad’a iade ederlerdi. Yazılan risaleler, civar yerlerden gelenler tarafından da büyük bir merak ve iştiyakla alınıyor, okunuyor, el yazısı ile yazılıp çoğaltılıyordu.
Bediüzzaman, Barla’da bulunduğu sıralarda çok hasta olur, pek sıkıntı çekerdi. Pek az yerdi. Çoğu zaman bir tas çorba ve birkaç lokma ekmekten ibaretti yemeği. Zaten bütün ömrü boyunca az yemeye özen gösterirdi.
Ancak, hayat bu büyük ilim adamı için her zaman zorlu geçecektir. Bazı çevreler, Nur Risalelerinin yazılmasını engellemek için harekete geçer. 1934 yılında Said Nursi, Isparta'nın merkezine getirilir. Amaç, onu daha sıkı bir kontrol altında tutmaktır. Bundan tam bir yıl sonra, Said Nursi'nin oturdugu evde arama yapılır. Bütün kitaplarına el koyulur. Emniyete götürülerek sorgulanır. Yine suç unsuru bir seye rastlanmayınca, serbest bırakılır.
Bundan sonra tevkifler devri başlar. Üzerinden çok geçmeden, hakkında soruşturma açılır. Bediüzzaman ve 120 Nur talebesi Eskisehir Hapishanesine gönderilir. Açılan dava sonunda 11 ay Eskişehir hapsi ve Kastamonu'da mecburi ikamet şartı verilir. Hayatının yedi yılını burada geçirecektir.
Eskisehir hapishanesinde Said Nursi’nin, bir iki istisna hariç kimseyle görüşmesine izin verilmemiştir. Ancak o, yine bu meşakkatli şartlara rağmen Risale-i Nurların telifine devam etmis, Yirmiyedinci, Yirmisekizinci, Yirmidokuzuncu ve Otuzuncu Lem'alar'ı burada yazmıştır.
Polis gözetimi altında mecburi ikamet için Kastamonu'ya getirilen Said Nursi, ilk bir ay boyunca polis karakolunun üst katında oturmak zorunda bırakılır. Daha sonra karakolun tam karşısında bulunan bir eve yerleştirilir. Ancak burada da Risale-i Nurlar'ın telifine ara vermemistir. Etrafını yeni talebeleri almaya baslamıştır. Zira her gittiği yerde insanlar, adeta ışığa gelen kelebekler gibi onun etrafını sarmaktadırlar. Halktan hiçbir maddi beklentisi olmayan bu alim zat, İslamiyet’i anlatmaya burada da devam eder.
1943'te Isparta savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklanır. Ağır hasta olmasına rağmen Ankara'ya, oradan da trenle Isparta'ya getirilir.
Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli'deki davayla birleştirilmesi üzerine, Denizli'ye sevk edilir. 8 sene sonra gelen Denizli Mahkemesi, 20 ay hapis cezası verir.
Denizli hapsi çok zor sartlar altında geçer. Yeni hapishane dönemi ve yargılama safhalarında da Bediüzzaman, Risale-i Nur'un yazımına hiç ara vermez.
1944'te beraat ve tahliye kararı verilir. Ama buna rağmen, Afyon'un Emirdağ ilçesinde zorunlu iskana tabi tutulması öngörülür.
Bediüzzaman, hükümet binasının karşısında bir odaya yerleştirilerek gözetim altına alınır. Emirdag sürgünü, Denizli hapishanesindekinden bile çok daha ağır ve zor şartlar altında geçer.
Bu dönemde, hukuki yollarla Bediüzzaman'ı etkisiz hale getiremeyen muhalifleri, onu zehirleyerek öldürme yoluna gitmişlerdir. Hayatı boyunca yirmi üç defa denenecek bu tesebbüslerin üçü Emirdağ sürgününde gerçekleşmiştir.
Bu dönemde artık hasta ve yetmiş yaşında olan Said Nursi, 60 kişilik büyük bir koğuşta tek başına bırakılmış, soğuk kış gecelerinde odanın kırık penceresi buz tutmasına rağmen başka bir yere nakledilmemiştir. Ve tüm bunlara ek olarak birkaç defa da burada zehirlenmiştir.
Zehirin etkisiyle ateşler içinde kalan Bediüzzaman, yalnız ve soğuk koğuşunda kimseyle görüştürülmez. Hapishanedeki talebelerinin kendisini ziyaret etmesine bile müsaade edilmemiştir. Ancak, Nur Talebeleri, burada da hapishaneyi medreseye dönüştürmüştür. Mahkumlara Kur'an-ı Kerim ve Risale-i Nur dersleri vererek bir çoğunun imanına vesile olmuşlardır. Bediüzzaman ise yaşadığı bütün ağır şartlara rağmen yazmaya ara vermemiştir. Ondördüncü ve Onbesinci Şuaları burada yazarak Risale-i Nurların telifini tamamlamıştır. Sanki çektiği sıkıntılar, onu adeta diriltmekte, yazmak için enerji oluvermektedir.
Bediüzzaman, tüm bu zamanlar içerisinde yasadığı zorluklar karşısında, hiçbir zaman metanetini elden bırakmaz. O daima fedakar tavrını korur. Bu haliyle, talebelerine örnek olmakta, kendisiyle birlikte sıkıntılara katlanmak zorunda kalan talebelerine de güç vermektedir.
Onun meşakkatli zamanlarını talebeleri şöyle dile getirmektedirler:
“Kış mevsimi… Her taraf donmuş, Afyon'un çevreyle irtibatı kesilmiş, demiryolu kapanmıştı.
15-20 gün sehre yiyecek, yakacak gelmemis, sular akmıyordu. Üstadın pencereleri kırık dökük, döşeme tahtaları aralıklı, ısınmak mümkün değil. O gün Üstadı, önünde bir gaz tenekesi, içinde bir miktar mangal kömürü, bir çaydanlık, çift battaniye altında iki kat olmuş halde gördüm.”
Bediüzzaman'ın Afyon'da birlikte hapishanede kaldığı talebelerinden Hasan Akyol, onun eser telif etmedeki azmini dile getirmekte; kese kağıdından, boş yapraklara kadar bulduğu her imkanı değerlendirerek yazılarını yazdığını şöyle anlatmaktadır:
“O, akşamdan sabaha kadar kağıtlara, defterlere, bos yapraklara, küçük cep defterlerine, kese kağıtlarına devamlı yazı yazardı. Ama o yazarken biz okumuyoruz. O koğuşta tek başına duruyordu. Yazdıklarını da burada yazıyordu. Sabah olduğu zaman koğusu açarlar, yazdıkları yazıları, onun kırk beş kadar talebesine verirlerdi. Onlar da bu yazıları sabahtan akşama kadar kendi defterlerine yazarlardı. Bir türlü bitiremezlerdi. Bazan ben de onlarla birlik olur, onlar gibi yazılar yazardım.”
Bu zulümler yaşanırken Bediüzzaman'ın talebeleri tarafından Risale-i Nurlar çoğaltılmış ve böylece Kuran tebliğinin geniş kitlelere yayılması sağlanmıştır. Özellikle de teksir makinelerinin kullanımıyla birlikte bu çalışmalar daha da hızlanmıştır.
Ancak bu büyük alimin dünyadaki imtihanı hiçbir zaman bitmeyecektir. 1952'de Bediüzzaman'a İstanbul'da, Gençlik Rehberi adlı kitabı nedeniyle bir dava daha açılır. İstanbul'da yapılan duruşmada mahkeme lehte karar vererek davayı sonuca bağlar.
Bu örnekte olduğu gibi bazen adalet yerini bulur. Ne var ki, peygamberlerin ve onların yolunda yürümeye çalışan müminlerin hayatlarına baktığımızda, her daim zorluklarla mücadele ettiklerini görürüz. Onlar daima ölüm tehdidi, yurtlarından, evlerinden sürülmeler, iftiralar, halk tarafından dışlanmalar, hatta maddi manevi işkencelerle karşı karşıyadırlar. Oysa yapmak istedikleri tek şey, insanlığı doğru yola iletmektir. Bu hakikat yolcuları, insanlara yalnızca dini ve güzel ahlakı anlatmaktadırlar. Karşılığında da kimseden bir menfaat, bir ücret beklememektedirler. Böyle olmasına karşın, bu dünyanın imtihanlıklarından olsa gerek, önlerine bir engel çıkar. Ancak onlar hiçbir zaman yılmazlar. Bu samimi çalışmalarının sonunda, birçok insanın imanının kurtuluşuna vesile olurlar.
Said Nursi karşısına çıkan zorluklardan hiçbir zaman yılmadı. O hapishaneleri bir okul gibi görmekteydi. Bu yüzden hapis hayatı onu hiçbir zaman durdurmadı. Bilakis, sanki iştiyakını kamçılıyordu. Zira Risale-i Nur külliyatının büyük kısmının hapishanelerde yazılması, başka bir şeyle açıklanamaz olsa gerek.
Said Nursi, defalarca mahkemelere çıkarılmış, hayatının büyük bölümünü gözetim altında geçirmiştir. Ömrünün yaklaşık 30 yılını hapis ve sürgünde harcamıştır. Tüm bu zor şartlar altında 6000 sayfalık Risale-i Nur Külliyatini tamamlayabilmek için elinden gelen tüm çabayı göstermiş ve sabrı sonunda muvaffak olmustur. Ömrünü sürgünlerde, hapislerde geçirmis, lakin bu güç sartlara rağmen imanından asla ödün vermemistir. O bu haliyle, sabrıyla, tevekkülüyle insanlar için önemli bir örnek olmuştur.
Bediüzzaman said Nursi’nin dünyadaki imtihanları, yalnızca hapishane ve sürgünlerle sınırlı kalmamıştır. O, çeşitli iftiralara da maruz bırakılmıştır.
Bu iftiralardan biri, deli olduğu iddiasıdır.
1908 yılında, yine mahkemeye sevk edilmis ve mahkemenin görevlendirdigi doktor heyeti kendisine ''akli dengesi bozuk'' raporu vermistir. Daha sonra sevk edildigi akıl hastanesindeki doktor, Bediüzzaman'ın kendisiyle konusması sonucunda ''bu adamda delilik varsa, dünyada akıllı yoktur'' diyerek, raporun asılsızlığını vurgulamıştır.
Bediüzzaman ve talebeleri için öne sürülen iftiralardan biri de "İnanç Sömürücüleri" başlıklı yazı dizisi ile dönemin gazetelerinden birinde yer almıştır. Bu yazı dizisinde Said Nursi'nin talebeleri hakkında ''büyülenmisler'' denilmektedir. “Bunlar sadece ve sadece dini bir taassupla ona bağlanmışlar, gözleri kafaları başka bir şeyi görmez, anlamaz olmuştur'' diye yazılmıştır.
Bir başka iftirada, Bediüzzaman'ın, çevresindeki gençlerin beyinlerini yıkadığı, bu gençlerin de, beyinleri yıkanacak kadar akıldan ve mantıktan yoksun insanlar oldukları söylenmiştir.
Oysa, Bediüzzaman ve yanındaki müminler, akılları, vicdanları, Kuran'ın ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetinin rehberligi ile hareket eden aklı selim sahibi insanlardı. Ne var ki, bu iftiralar Bediüzzaman'a ve talebelerine bir zarar verememiştir.
Bediüzzaman'a yapılan suçlamalardan bir diğeri de onun Islami hükümleri saptırarak, kendine göre bir din anlayışı savundugu ve çevresindeki kisilere de sözde bu sapkın dini telkin ettigi yönündedir.
Ancak Bediüzzaman ve talebeleri, tüm bu asılsız iftiralar karşısında her zaman sükunetlerini korumuşlardır. Onlar, her imtihanda olduğu gibi, bu imtihanlarda da büyük bir sabır ve tevekkül göstermişlerdir. Bu büyük insan, yaşadığı en musibetli hallerden bile bir paye çıkarıyor, insanlara örnek vesilesi oluyordu.
Bediüzzaman Said Nursi, kendisine yöneltilen iftiralar sonucunda aldığı hapis cezasını ve kendisine çektirilen sıkıntıların güzel ve hayırlı yönlerini Risale-i Nur'da söyle anlatmıştır:
“Benim şahsımı çürütmek fikriyle, hiç kimsenin inanmayacağı isnadlarda bulundular. Pek acayip iftiraları isaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra pek adi bahanelerle zemherinin en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek büyük ve gayet soğuk iki gün sobasız bir koğuşta tamamen tek başına bırakarak hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Simdi bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehsetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken inayet-i Ilahiye ile bir hakikat kalbimde inkisaf etti. Manen: 'Sen hapse, Medrese-i Yusufiye namı vermissin. Hem Denizli'de sıkıntımızdan bin derece ziyade, hem ferah, hem manevi kar, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şikayet yerine binler şükrettirdi. Hem bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı on saat ibadet hükmüne getirdi; o fani saatleri bakileştirdi. (Lemalar, s. 244)”
Onun hayatı, hep imtihanlarla, zorluklarla, atılan haksız iftiralarla geçmişti. Ancak bu alim zat, nice zorluklara göğüs gerdi. Hiçbir zman yılmadı. hakk’ın verdiğine hep rıza göstermekti tek derdi. Ve insanları mutlak Hakk’a çağırmaktı. Bu uğurda, koca bir ömrü harcayan Said Nursi 23 Mart 1960’da Urfa’da vefat etti. Halilürrahman Camii’ne defnedildi. 1960 yılından sonra naaşı uçakla Isparta’ya götürüldü. O gün bugündür nerede gömülü oldugunu çok az kisi bilmektedir.
O hala bize şöyle seslenmektedir:
“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen kendini begenmiş bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir sey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmedigim cefa, görmedigim eza kalmadı. Divan-i harblerde, bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca diger kişilerle görüsmekten, onlara karışmaktan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım... Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. Izzet ve sehamet-i Islamiye, beni bu halde bulunmaktan siddetle men eder. Böyle bir vaziyete düsünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düsman kumandani olsa kendimi alçaltmam, buna katlanmam. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür. hiç ehemmiyeti yoktur. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkarlığa dayanabilseydi Said bugün asılmış ve masumlar zümresine katılmış olacaktı. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selameti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helal olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünki, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüzbin, yahut birkaç milyon kisinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar, Afyon Savcısı besyüz bin demisti, belki daha ziyade- imanını kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah'a bin kere hamdolsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder